
İnsanın tamamen zıt karakterli iki ufak çocuğu olunca, çocuk psikolojisi kitapları değişmez başucu kitabına dönüşüveriyor. Tabi ki yazarları da çocuk yetiştirme konusunda idollere. Benim favorim, ergen ve çocuk psikiyatristi Prof.Dr. Yankı Yazgan. Etrafımdaki çeşitli yaşlarda çocuğu olan insanlar da ya bir şekilde onu biliyorlar ya da yolları ona düşmüş. Tanıyanların yorumları genelde aşk ya da nefret ekseninde. Ekşi sözlük de onları doğruluyor. Eşi Şule Yazgan’ın da çocuklarımın doktoru olması sayesinde kendisini biraz daha yakından tanıma fırsatım oldu. İşte size bir ‘Her Yönüyle Yankı Yazgan’ hikayesi...
Esra Bayramoğlu : Ekşi sözlükte sizin hakkınızda yazılmış yorumları okudum. 5 başlıkta toplanabilir :
1. Karizmatik
2. Çok pahalı
3. Kendini dinletmeyi biliyor
4. Ukala
5. Çok sert
Bu yorumlara sizin yorumunuz nedir?
Yankı Yazgan : Ekşi sözlükte yazılanlar zaten enteresan, benim için şöyle bir ek enteresanlık var; hakkımda yazanların % 80'i yazdıklarını bana haber veriyorlar. "Bak senin için böyle bir şey yazdım" diye. Negatif de yazsa bildiriyor. Yazdıklarını bana bildirmekle kendini yükümlü hissediyor. Bu vesileyle haberdar oldum ben de ekşi sözlükten. Bu yazılanları, aradaki, kafadaki ilişkinin bir işareti olarak gördüğüm için hoşuma gidiyor. Öyle ya da böyle, ilişkisiz olmaktan iyidir.
E.B. : Dikkatimi çeken bir konu da yazanların hemen hemen hepsinin benzer yorumlarda bulunması.
Y.Y. : Herkesin iyi kötü aynı fikirde birleşmesi, söylediklerinin doğruluk payının yüksek olduğunu gösteriyor. Tutarlı biçimde ukalalıkta devam ediyorum demek ki!(Gülüyor) Açıkçası ukalalık yakıştırması, maalesef, benim aşina olduğum bir şey. Ortaokulda da böyleydim. Belki de sahiden öyleyim bilmiyorum, ama kesinlikle öyle olmayı amaçlamıyorum. Ukalalıktan kastedilen, karşısındakini bilgisiyle ezmeyi amaçlamaksa, hiç bir zaman öyle bir amacım olmadı. "Diline hakim olamayan" diyebiliriz. Psikiyatrik açıdan bakarsak, buna "obsesiflik" diyebiliriz. Yani, söylemeden edememe hali. Sanki her şeyi, bazen çıplak gerçeği söylemek mecburiyetindeymiş gibi hissediyorum. 5-6 sene öncesine kadar çok daha fazla iddiacıydım.
E.B. : Ne değişti? Psikiyatra mı gittiniz? Bir psikiyatr ne zaman psikiyatra gider?
Y.Y. : Her zaman gider. Psikiyatr olarak yetişmek için öğrencilik ve asistanlık yıllarımdan itibaren Türkiye ve Amerika’da değerli hocalarımızdan her zaman psikoterapi ya da süpervizyon aldım. Bu eğitimimizin önemli bir parçasıydı. Süpervizyon şu demek: ihtisasa başladığınızdan itibaren sizin her yaptığınızı izleyen bir ya da birkaç daha bilgili ve deneyimli insan oluyor. Mesela, hastanızla yaptığınız görüşmenin bant kaydını alıp hocaya gidiyorsunuz. Üstüne yazılı olarak birlikte dinleyerek, terapi esnasındaki tutumunuzu değerlendiriyorlar. Yani, doktorluk tarzınızla, bir şekilde süpervizörünüzün hastası oluyorsunuz. Benim kişiliğimden, geçmişimden, yapımdan gelen zaaflarımın yaptığım işi bozmaması ve hastalarıma bir zararı dokunmaması için bir eğitim veriyorlar. Amerika'da altı ayrı süpervizörüm oldu. İkisiyle ilişkim halen aktif olarak sürüyor, onların desteğiyle kendimi geliştiriyorum. Bu bakımdan şanslıyım. Ayrıca, bana gelen hastalarımın da pek tatlı olmayan, sivri özelliklerimi bir biçimde törpülediğini, beni eğittiğini düşünüyorum.
E.B. : Peki eğitim haricinde, psikiyatriste gider misiniz? Başka bir doktoru beğenir misiniz?
Y.Y. : Tabii ki giderim. Beğenip beğenmemekten ziyade, güven duymak çok önemli. Çünkü hepimiz insanız, hepimizin zaafları var. İstanbul'da bir meslektaşıma gittiğimde mesleki zaafları, çekişmesi olmayan birine gitmeyi tercih ederim. Çünkü zayıf bir yanımı paylaşmaya, kendimi olduğu gibi ortaya koymaya gidiyorum. Bunu paylaşabileceğim rahatlığı sağlayabilecek birisi olması gerekir. Böyle meslektaşlarım var.
E.B. : Çocuk yetiştirmenin 10 altın kuralı diye birşey var mı?

Y.Y. : Yok! Ebeveynlerin çocuğun kişiliğinin gelişmesinde büyük rolü var, ama tek etken değiller. Bu bir yanılsama. "Her şey anne babada biter", ben veya meslektaşlerımın zaman zaman dile getirdiği bir düşüncedir.Ama bunun kısmen motive etmek amaçlı olduğunu burada itiraf etmem lazım. Çünkü diyoruz ki "insan isterse yapar". Hayır, insan istese de yapamayacağı şeyler var. İstemediği halde, yapması iyi olabilecek bazı şeyler de var. Çocuklarla ilgili evrensel yetiştirme yöntemleri yok. Ama çocukların evrensel geçerli ihtiyaçları var. Dolayısıyla, çocuk yetiştirmeye yönelik her şeyin, bu ihtiyaçları karşılamaya yönelik olması lazım. Herkesin farklı yöntemleri olabilir.
E.B. : Bunların farkında mıyız? Yoksa aslında kendi ihtiyaçlarımızı mı karşılıyoruz?
Y.Y. : Aslında bizim ihtiyaçlarımıza çok benziyor. Çünkü, biz de bir zamanlar çocuktuk. İhtiyaçlarımızın bir kısmı karşılandı, bir kısmı karşılanamadı. Bir kısmı halen devam ediyor, vaktiyle karşılanmış olsa bile. En temel ihtiyaçlardan birisi güvenlik. Bunu da sağlayacak olan tutarlılık.
Güvenlik derken, "ay ezilmesin, düşmesin" değil. Güvenlikten kastım, anne-babanın sağının solunun belli olması. Çocuğun hangi hareketi yaptığında sonucunun ne olacağını kestirebilmesi, çocuğun kendini güvenlikte hissetmesini sağlar. Yani ne zaman azar işiteceğini bilmek bile, "ben şunu yaptığımda annemin tepkisi bu olur" diyebilmek bile güvenli hissettirebilir. Çocuk bu durumdan hoşlanmayabilir, ama amacımız çocuğun devamlı hoşlanacağı şeyleri yapmak değil. Eğer öyle olsaydı, hamburgerciden çıkmamamız gerekirdi.
Bir başka temel ihtiyaç aidiyet, daha büyük bir bütüne bağlanma. Büyük aile çok temel bir gereksinim. Bizim kuşakta bu konulara biraz dudak bükme var. Mesela, bayram ziyaretlerine ya da aile toplantılarına önem vermeme gibi. Bunu sevmesen de çocuğun için yapmalısın. Çünkü onlar için bir anlamı var. İkinci ve üçüncü derece akrabalarla yılda 1-2 kez bir araya gelmek, çocuklar üzerinde müthiş pozitif etki yapan şeylerden birisi. Ben, tüm genç anne-babalara, büyük aile ile iyi geçinmeyi öneriyorum. Hem bağımsızlığını korumak hem de o büyük ailenin bir parçası olmayı becermek ise anne-babanın kendi ustalığına kalıyor.
Diğer bir temel ihtiyaç, çocuğa güvenmek ve bunu ona hissettirmek. Bu da özgüveni doğurur. Bir çocuksan, sana güvenilirse özgüvenin gelişiyor. Güvenilmesi için bir hareket alanının olması lazım. Bir şeyleri yapabilmen gerekir. İnsanlarda özgüven duygusu bir şeyi yapabildiğinde, bir işe başlayıp bitirdiğinde ortaya çıkar. Bu bir görevin yerine getirilmesi şeklinde olabilir. Çocuğun neyi yapabileceğini takdir etmek çok önemli, yapamayacağı bir görev verip de, çocuğu zorladığınız zaman bu da özgüveni olumsuz etkiler. Çocuğu başıboş kendi haline bırakarak da özgüven sağlayacağını düşünen aileler yanılıyorlar. O yüzden, bazen dizinin dibinde olmalı, orası istediği zaman gelip sığınabileceği emniyetli bir liman, bazen de oradan emniyetle uzaklaşabilmeli. Ben bu yüzden ergenlerde, bir işte çalışmanın önemli bir şey olduğunu düşünüyorum. Çalışmak, maddi ihtiyaç olmasada, bir şey yapabilmek, bir şey ortaya koyabilmek çok temel bir gereksinim. Türkiye'de 20, Avrupa'da 100 yıl önce, 12-13 yaşındaki çocuklar çalışırdı. Şimdiki gençler öyle değiller. Bir iş ortaya koymadıkları için içsel bir boşluk oluşuyor. O zaman da o içsel boşluğu üzerine giydikleriyle örtbas etmeye çalışıyorlar. Sonra da, "ne olacak bu gençlerin hali" deniyor. Oysa ki aynı gençler şartlar zorlaştığında, bazen çok daha verimli ve özgüvenli olabiliyorlar. Zorunluluklar insana çok şey öğretebiliyor.
Kızım İdil (14) geçen yaz bir cafede bir hafta çalışmıştı. Bu yaz da çalışacak, çok hevesli, halen o bir haftanın fantezisiyle yaşıyor. Daha önce müşteri olarak gittiği lokantadaki detaylar için bile ne kadar çok emek harcandığını yaşayarak, görerek öğrendi. Böylece çocuklar emeğe saygıyı da öğreniyorlar. Bir işe emek gösterdiğimiz oranda, o iş bizim için değerlenir. Zahmete katlandıktan sonra elde ettiğimiz şey bizim için çok kıymetli oluyor. Düşe kalka büyümek kitabımda bu ihtiyaçların uzun bir listesi var.
E.B. : Travma yaşamış bir çocuk hastanız olduğunda, ebeveynlerine karşı, kontrolünüzü kaybettiğiniz oluyor mu?
Y.Y. : Kontrollü olsam iyi olur. Çünkü çocuğun menfaati açısından kontrollü olmam gerekiyor. Kontrollü olmazsam o hastayı kaybederim, yani çocuğa yardım etme şansımı kaybederim. Kontrollü olmadığım durumlar da olmadı değil. Ebeveynlerin gerekeni somut bir gerekçe olmadığı halde yapmaması, ihmalkar olması da bende olumsuz duygular yaratabiliyor.
E.B. : Çocuk hastalarda başka hassas bir durum daha var. Ebeveynler, çocukları hakkında olumsuz şeyler duymak ve durumu kabullenmekte zorlanıyorlar mı?
Y.Y. : Olumsuzluğu kabul etmek, olumsuzluğu çözmenin ilk basamağı olduğu için, kabullenme sürecinde takıldığımız oluyor. Bize gelen ailelerin % 90 ı ile bu konuda en ufak bir sıkıntı olmuyor. Ama kalan % 10’luk bir grup ile bu yaşanabiliyor. bu tip ailelerde, genellikle ebeveynlerin kendi geçmiş yükü çok fazla. O nedenle, bir de, çocuğun getirdiği yükle karşılaştıklarında tabii olarak bu duruma ve bunu dile getiren, kötü haber veren doktora bozuluyorlar. Bu konuda da, 10 yıl öncesine göre kötü haber vermeyi daha usturuplu biçimde öğrendiğimi söyleyebilirim.
Çocuğumuzla ilgili hepimizin güzel şeyler duymaya ihtiyacı var. Çünkü çocuk, aslında kendimizle ilgili olmamış şeylerin olması için bize tanınmış bir fırsat. O fırsatı da kaçırdığımızı düşündüğümüz zaman tepkimiz çok büyük olabiliyor. Çocuğumuzu, kendi kaçırdığımız fırsatların bir telafi şansı olarak görmekten çıktığımız ölçüde, çocuğumuza katkımız daha fazla olur.
E.B. : Size gelen erişkin hastanın kendini saklamaya çalıştığı durumlar oluyor mu?
Y.Y. : Çok oluyor doğallıkla. Bu kendini düşük kiloda görmek için evdeki tartının ayarını bozmaya benziyor. Bir şekilde, yaptığının böyle bir şey olduğunu o kişiye göstermem lazım. Bunu da eskiye göre daha usturupluca yaptığımı düşünüyorum. Çünkü amaç, karşınızdakini hırpalamak değil gerçeği görmesini sağlamak. Şöyle de bir şey var, bütün gerçekleri bilmek zorunda mıyız? Belki de değiliz. Bazen bir kismini bilmek yeterli. Sorun nerede biliyor musunuz, bilmemezlikten geldiğin zaman. Aslında bilmemezlik çabası kusuru örttüğü için bir sorun yaratmıyor. Sırf kusuru örtse iyi, aynı zamanda kendine karşı biraz körleşmeye girdiğin zaman, aslında o kusurla birlikte gelen bir çok olumlu yanlarını da görmüyorsun. Bizim yapmaya çalıştığımız "sende şu şu kusurlar var" değil, "bu kusurlarla birlikte bu kusurları telafi edici şu artılar, değerler de var"ı göstermek. Psikiyatrın işi değerlerin farkına vardırtmak. Ben de bunu yapmaya çalışıyorum, değerli yanları ön plana çıkardığınız zaman kusurlar önemsizleşebilir.
E.B. : Psikiyatrlar, bizlere göre, hayatın sıkıntılı yanlarıyla daha mı kolay başederler?
Y.Y. : İnsan, mantıken öyle olması gerekir, diye düşünüyor. Doktorlar genelde bir çok talihsiz duruma doğrudan tanık oluyor, hayat tecrübesi olarak. Bir çok durumda, kendi durumunun kıymetini bilme lütfuna sahip olduğumuzu düşünüyorum. Tabii ki, bir yandan da hepimizin o zor durumlara düşme ihtimalinin ne kadar kolay ve muhtemel olduğunu her gün defalarca görmek, zorluklar karşısında bizi dayanıklı kılabiliyor. Dolayısıyla bazı bakımlardan bizi dayanıklı kılabilecek şeylerin bir yandan da hırpalayıcı, yıpratıcı etkileri oluyor. Bizim, başkalarını dayanıklı kılabilmek için uyguladığımız teknikleri kendimize uygulayabileceğimizi düşünüyorum. Ölçüp biçme, tartma becerileri gibi, ama bu biraz da bizim kişisel talihlerimize bağlı. Hayatımızda aldığımız darbelerin yoğunluğu çoksa, buna kimse dayanamaz. Bazen de ben sinirli olduğum zaman, "vay sen doktorsun nasıl sinirli olursun" diyorlar. Niye olmayayım ki? Bir çok kişi psikiyatrlara çatlak der biliyorsunuz!
E.B. : Evet bir de öyle bir yanı var, göre göre yıpratabilir insanı bu problemler.
Y.Y. : Evet, doğru. Mesela depresyon bulaşıcıdır. İşte onun için iyi bir süpervizyon almak, kendinin psikolojik desteğini sağlam tutmak çok önemli. Yani dünyanın en iyi psikiyatrı da olsan, danıştığın, destek aldığın, kendine karşı olabilecek körleşmeleri azaltabilecek başka meslektaşlar çok çok önemli. Tek korumamız o.

E.B. : Bir psikiyatrın eşi, çocuğu, akrabası ve arkadaşı olmak nasıl bir şey, sürekli sizin tarafınızdan analiz edileceklerini düşünüp rahatsız oluyorlar mı?
Y.Y. : Bunun için bir anket yapmak lazım ki, sonuçlarını da çok merak ederim. Benim kendi açımdan sorarsan benim fazla kurcalayan, didikleyen, biraz zor beğenen, her şey tam olsun isteyen, psikiyatr olmasam da var olan yanımı yakınlarım rahatsız edici bulabilir. Diğer yandan, herkese vaka gözüyle bakmak gibi bir hevesim hiç olmadı. Teknik jargon kullanmaya da pek hevesli değilimdir. Etiketleyici davranmayı işimde de özel hayatımda da sevmiyorum. Özel hayatımda kimseyi analiz falan etmiyorum anlayacağınız.
E.B. : Gerçekten çok pahalı mısınız?
Y.Y. : Meselenin alınan paranın miktarının ötesinde,aldığımın hakkını vermek olduğunu düşünüyorum. Bir insanın emeğinin değerini ölçmek mümkün değil. Benim için birinci öncelik karşımdaki insanın tedavi sürecine tam angajmanını sağlamaktır. Neye öncelik verdiğiniz de önemli. Bir doktora pahalı dediğiniz zaman, "ben hayatımda başka nelere para harcıyorum" diye de düşünürseniz, doktora başvurunuza sebep olan konuya verdiğiniz önem de kendini belli eder.
Amerika'dan döndüm, hastanenin vakfında çalışmaya başladım. Ben bir hastamla minimum 40-60dk. geçiriyorum. Başka bir meslektaşımız 10 dakikalık bir zaman içinde benimle aynı ücreti alıyor. Ben de bunun yanlış olduğunu söyledim, denklik sağlamak için. Üstelik, bunu sadece kendim için söylemedim, bizim fakültedeki diğer psikiyatrlar için de söyledim. Muayene ücreti böylece herkes için yükseldi. Ayrıca kesinlikle toplam maliyeti de düşünmek lazım. Bu toplam maliyete baktığınız zaman, İstanbul'daki hiç bir doktorla bir farkımız yok. En verimli biçimde, lüzumsuz bir dakika bile harcatmamak, randevulaşılan zamanlar dışında erişilebilir olmak gibi hususlara titizleniyorm. Başarabiliyor muyum, bilemem.
Daha az sayıda kişi ile ve beni tatmin edecek ücretle çalıştığım zaman, bilimsel olarak kendimi mükemmelleştirmeye odaklanabiliyorum. bir çok toplumsal faaliyete katılabiliyorum, hastanede daha çok hastanın iyi tedavi almasını sağlıyorum, hocalığa daha çok vakit ayırabiliyorum. Bilgimi daha geniş bir kitleyle paylaşma imkanım oluyor. Elbette, bir çok insanın imkanları son derece kısıtlı, ülkemizdeki insanların çoğunluğu için hiç bir ücret erişilebilir değil. Bu sebeple, zamanımın önemli bir bölümünü üniversite hastanesindeki hastalara ayırıyorum. Yetiştirdiğim genç uzman doktorlarla birlikte, en ciddi, en zor problem gruplarında, ihtiyacı en fazla olanlara öncelik tanıyarak çalışıyorum. Böylece, sadece her şeyi bilen,ya da bildiği sanılan, bir kişi olarak kalmak yerine, kendi bildiklerimi geliştirerek uygulayabilecek bir çok doktorun olmasını sağlıyorum.
Ben ailemdeki 3. kuşak doktorum. Bizim ailedeki tüm doktorlar fena kazanmamış ve iyi yaşamış insanlar. Ama bir sonraki kuşağa hiç bir şey bırakmamışlar, zengin, varlık sahibi olmamışlar. Benim de özel çalışmaya başladığım zaman, çok para kazanmak gibi bir hevesim asla olmadı. İyi iş yapmayı, çalıştığım alanın en iyisi olarak bilinmeyi, daha önemlisi buna en başta kendim inanmayı hedefledim. İyi yaşamak gibi bir hevesim oldu, iyi yaşamaktan da kastım şudur; istediğim kadar kitap ve CD alabilmek, seyahat edebilmek, yiyip içmek ve çocuklarıma iyi bir eğitim verebilmek.
Her yılın sonunda kendimle ilgili bir değerlendirme yapıyorum. Tedaviyi bırakma oranlarını ölçüyorum. Tedavi iki sebepten bırakılır;
1. Memnuniyetsizlikten. Yani, yapılan işin iyi olmaması ya da insanların arzu ettiği sonucu vermemesi.
2. Doktorun tarzı, masraf, yerinizin sapalığı vs vs.
Benim son yıllardaki devamlılık oranım %88. Bu rakam 9 yıl once %70ler civarındaydı. Hastalarımın desteği beni en memnun eden şeylerden biri.
E.B. : Bir çok işi bir arada yapıyorsunuz? Neden?
Y.Y. : Fazla iştahlıyım. Lüzumundan fazla işin altına girmek biraz benim karakterim ve zaafım. Temelde iyi bir huy değil ama kendime hakim olamıyorum. Yazma, çizme, konuşma vs gibi yarı entellektüel, yarı sosyal bir şey olduğu zaman baştan çıkabiliyorum. Bu durum beni çok zorluyor ve zaman zaman kendime, yakınlarıma, aileme karşı bazı yükümlülüklerimi aksatmama neden oluyor. Mesela spora vakit ayıramıyorum, uykuma dikkat etmiyorum. Şimdi bu konuda kendime biraz gem vurmaya çalışıyorum. Ancak hastalarıma olan yükümlülüklerimi asla aksatmamaya çalışıyorum, ne yapar eder onu yerine getiririm.
E.B. : Gelelim aşka; aşka dair yazılarınız çok güzel. Mesleki yazılar dışındaki yazılarınızı bir kitapta toplamayı hiç düşündünüz mü?

Y.Y. : Aşk yazarı olmak gibi bir iddiam yok. Yazılarıma övgü almaktan hoşlanıyorum. Aşka dair yazı yazmamı tetikleyen daha çok anne-çocuk ilişkisi ya da baba-çocuk ilişkisi oldu. Bu konuda ilk yazdıklarım, kızımın doğumundan sonraki dönemdeydi. Ondan önce bu konuda birşey yazdığımı hatırlamıyorum. O dönem, aynı zamanda benim meslekteki ilk zamanlarımdı. İlgilendiğim bilimsel araştırmaların çoğu anne-çocuk, baba-çocuk ilişkisinde kadın ve erkek beynindeki değişikliklerdi. Bu değişiklikler kadın veya erkeğin yetişkin yaşamında kurdukları ilişkilerdeki gibiydi. Yer aldığım çalışmaların katkısı, profesyonel ve kişisel tecrübeler ile beraber rol oynadı. Aşktan benim kastım, çok yoğun sevgi.... Vazgeçilmez, exclusive bir ilişki. Daha önce yayımlanmış yazıları bir kaç kitapta topladım şimdiye kadar, yenilerini ise biriktiriyorum.
E.B. : Bir yazınızda Stendhal’ın şu cümlesi var: “ Aşk doğar, büyür, ölür ya da ölümsüzleşir.” Aşkın ölümsüzleşmesi ne demektir?
Y.Y. : Ölümsüzleşmeden benim anladığım, bir meyva vermek. Bu meyva evliliklerde çocuklar. Çocukların kadın erkek ilişkisinde çok ciddi bir ölümsüzleştirici etkiye sahip olduğunu düşünüyorum. Burada herkes çocuk sahibi olsun şeklinde bir mesaj tabii ki vermiyorum. O ilk ateş kaybolduktan sonra, (ki kaybolacağı kesin) kadın ve erkeğin bir arada kalabilmesi için ilişkinin üzerine bir şey koymamız gerekiyor. Karşındakini tanımak (burada kastettiğim makarnayı neli yediğini bilmek değil), hislerini bilmek, ortak bir şeyler yapmak ilişkiyi kopmazlaştırıyor. Bence buna en güzel örnek yaşlı çiftler. Yaşlı, birbirine bağlı çiftler vardır, bunlar gönül beraberliklerini sürdüren çiftlerdir. Ortak hayat alanları var ama aynı zamanda bağımsız çizgilerini de sürdürüyorlar. Bu onları bir arada tutuyor, aşk olmadan. İlişkiyi olgunlaştırmak, ilişkiyi ölümsüzleştiriyor. Bu konuyu merak edenler, cevabını yaşlı çiftlerde bulabilirler. Bir cuma akşamı, gidin bir lokantaya, başbaşa oturup yemek yiyen 65 yaşın üzerinde bir çift görürseniz, işte onlar aşkı ölümsüzleştiren bir çifttir. Büyük olasılıkla...
E.B. : Her başarılı erkeğin arkasında bir bayan var mıdır?
Y.Y. : Her başarılı insanın, arkasında bir çok kişi vardır. Elinden tutanlar, sırtından destek verenler... Benim için, Şule'nin varlığının mutlu olmamda, dolayısıyla, başarımda katkısı var. Şule bu katkısını hiç hissettirmeden, göze batırmadan yapar.. Yaşamımı sürdürmemde onun katkısı çok fazla. Şule olmasaydı mutsuz başarılı grubunda olurdum. Başarılı olduğum alanlara katkısı olan bir çok insan daha var. Mesela, 20 yıl önce bana destek olan reklamcı arkadaşlarım, Cumhuriyet Gazetesi'nin bilim ilavesinde düzenli bir köşe açmış olan başka bir arkadaşım, Türkiye'deki ve Amerika'daki, öğreten ve dostlukla yaklaşan hocalarım, lisedeki çok özel bir kaç öğretmenim gibi. Bu listeyi ayrıca yazmayı tercih ederim. Hastalarıma da müteşekkirim. Hayatlarında bana yer verdiler, bana güvenleri ile gelişimimde çok önemli bir rol oynadılar.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder